Nizar 8 yaşında bir çocuktu. Yaşadığı şehirdeki katliamın içinde, bir muammanın ortasında bulunan, küçücük kalbiyle yaşam mücadelesi veren bir çocuktu. Hayalleri vardı, her gece yatmadan önce içindeki buruklukla beraber kurduğu hayaller… Bir burukluk vardı çünkü hayalleri bile kalın ve yüksek duvarlarla çevrili, küçük bir şehrin içerisinde rehindi. Onlar büyüklerin savaşının ortasında kalmış küçük bedenlerdi…
Büyümek sadece bedende değildi, büyümek ruhun çocuksu duygularının yerini gerçeklerin dünyası ile değiştirmesiydi. Bazı çocuklar buna maruz kalırdı. Bazı çocuklar doyasıya çocuk olamazlardı; sistemlerin, savaşların, zulmün dikenli tellerle çevrili kafesinin içinden çıkamayan çocuklar. Küçük bedenlerin büyük yükler taşıdığı, küçük gözlerin büyük acılar gördüğü, küçük kulakların yüksek sesler duyduğu bir dünyada nasıl çocuk kalınırdı ki zaten. Büyümemek mümkün müydü? Gerçi bebeklerin meleklere dönüştüğü bir coğrafyada büyüyememek de mümkündü. O da bir çocuktu ama sığ sulardan derin sulara zorla itilerek erkenden büyüyecek miydi yoksa asla büyüyemeyen meleklerden mi olacaktı?
Hayallerinde bir aile vardı. Huzurlu sofralarında özgürce yemek yiyebileceği, pencereyi açtığında karanlık ve dumanlarla kaplı olmayan bir manzara eşliğinde sohbet edebileceği, sokaklarda bomba sesleri ve feryatların duyulmadığı bir mahallede yaşayabileceği bir aile… Ama onun bir babası bile yoktu. Gölgesinde huzur bulacağı bir babası… Nizar'ın hayalleri aslında haklarıydı ancak hak ne demekti ki? Barınma hakkının, beslenme hakkının, eğitim hakkının ve en önemlisi de yaşam hakkının ihlal edildiği bir coğrafyada hangi haklardan söz edilebilirdi ki. O daha çocuk bile olamıyordu. Hayaller kurması gereken zihinler, acıların bataklığına gömülüyordu. Nizar, bunları düşünerek bir gece daha geçirecekti. Pencereden dışarı baktığında gökyüzünde ayın ışığı yerine aydınlatma fişeklerinin ışığını gördü. Çocuklar karanlıktan korkardı ama onlar karanlıktan değil, karanlıkta gelebilecek bombalardan korkuyorlardı. O günün sabahı da sadece bir dilim ekmek yiyebilmişti. Kedi mamasının öğütülmesi ile yapılmış bir ekmek… Acıkmıştı ama korkusu açlığını bastırıyordu. Annesi geceleri hep yanında otururdu. Eğer hayatta kalırsa, öksüz kalmasın diye. Normal çocukların izlediği, yağan yağmurda pencereden süzülen su damlalarını; o annesinin yanakları üzerinden seyrederdi.
O gece Nizar uyuyamamıştı. İçinde bir huzursuzluk vardı, her gece olduğu gibi… Uyusa da ne fark ederdi ki onlar için gündüzlerin en karanlık gecelerden bir farkı yoktu. Ama bu yükü kaldıramayan gözleri kapandı. Sabah kuş sesleriyle değil yakından geçen füze sesleriyle uyandı korku ve panik içinde. Kalbi fırtınada sahile çarpan dalgalar gibiydi. Annesi ile hemen evlerinden çıktılar. Artık evleri bile güvenli değildi. Herkese yuva olan binalar onlara mezar oluyordu. Sığınma kamplarının bulunduğu bölgeye gitme kararı aldılar, her ne kadar sığınılamaz olsa da. Yola koyuldular. Yanlarına alacakları hiçbir şeyleri yoktu; yükleri yalnızca üstündeki ıslak kıyafetleri, ayaklarındaki yırtık terlikleri, kalplerindeki acı, zihinlerindeki kaygı, göz pınarlarında biriken gözyaşlarıydı.
Yol boyunca bir çocuğun görmemesi gerekenleri görüyordu. Gördükleri karşısında tedirginlik yaşıyordu ama korkmuyordu. Çünkü Nizar bu manzaralarla aylardır baş başaydı. Annesi bir an durakladı ve ileri doğru korkulu gözlerle bakmaya başladı. Nizar önce ne olduğunu anlamamıştı ama büyük toz bulutunu o da görmüştü. Yine bir bomba atıldı. Bu toz bulutu gökyüzünü kaplayanlarla aynıydı. Fırtınalı bir günde gökyüzünde bulunan yağmur bulutları gibi her yeri aniden kaplamıştı. Ardından bir bomba da yakınlarında bulunan binaya düştü. Yine o yüksek ses duyuldu. Sanki kulak zarları patlayacakmış gibi hissetti ve ardından o çınlamayı duydu. Her yeri kara dumanlar kapladı. Nefes almaya çalıştıkça genzi yanıyor ciğerleri tozla doluyordu. Gözlerini açmaya çalıştıkça etrafa saçılan tozlar gözlerine batıyordu.
Annesine seslenmeye çalıştı ama sesi çıkmadı. Boğazı tamamen tıkanmıştı. Öksürmeye başladı. Tam o anda biri kolundan tutup koşmaya başladı. Kafasını kaldırdığında annesini gördü. Oradan uzaklaşmak için hızla koşuyordu. Etrafta bulunan taşlar Nizar'ın yırtık terliğinden içeri doluyor ve ayaklarını yaralıyordu. O an bu acı bile umursanmazdı Nizar için. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Rahat bir nefes almak için fırsat arıyordu. Bölgeden epey uzaklaştıktan sonra soluklanmak için durdular. Annesi hemen eğilip Nizar'ı kontrol etmeye başladı. Telaşla vücuduna bakıyordu. Neyse ki Nizar'a hiçbir şey olmamıştı. Annesi kaygının vermiş olduğu his ve kurtulmanın buruk sevinciyle ağlamaya başladı. Yüzünde bulunana tozlar çamur gibi akıyordu yanaklarından. Nizar çok susamıştı. Ancak su bulmak çöldeki kadar zordu. Yürümeye mecali kalmamıştı. Ayaklarını da yaralardan dolayı basamıyordu. Bacakları yaşadığı şokla titriyor asla durmak bilmiyordu. Etrafta onun gibi başka çocuklarda vardı ve onlarda korku dolu gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bazı çocuklar ağlıyor, bazıları ailesini arıyordu. Kimi anneler feryat içinde bağırıyordu. Annesi Nizar'a gitmeleri gerektiğini söyledi. Çok yorgun ancak mecburdu.
Acaba bu yol gibi savaşta bitmeyecek mi diye düşündü. Sonra babasının sözü aklına geldi ve kendine bir söz verdi; asla umudunu kaybetmeyecekti, asla ülkesini bırakıp gitmeyecekti. Hatta Nizar büyüyebilirse ülkesi için savaşan bir mücahit olacak, bu zulmün önünde cesurca savaşacaktı. Çünkü Nizar Filistin'de yaşayan Müslüman bir çocuktu.